Anlamak...

Güneşten değil belki ama sıcaktan nasıl da nefret ettiğini birkaç öğle yemeği için yaptığımız yürüyüşlerdeki surat ifadesinden ve sürekli mırıl mırıl söylenişinden anladım. Üstelik bahar ayındaydı bu yürüyüşler, henüz sıcağın esamesi bile okunmuyordu. Bana sorsanız serin bile derdim ama onun yüzündeki o ifadenin bir geçmişi vardı. Hızla yaklaşan yaza ekşitilmiş bir surat. Peki, ama neden? Yüzünün yarısı, kocaman gözleriyle dolu olan bu genç adamın, bu korkusunu anlamak adına, bir dolu soru sorunca her şey ortaya çıkmaya başlıyor.

Fen lisesinden Bilgisayar mühendisliğine uzanan o aritmetik kariyerinin çok arkasında edindiği bir sıkıntıydı bu, hatta öylesine ki; bu kariyeri bile bu korkudan ötürü yaptığını düşünmeden edemedim kendimi. Onu sorgulamaya devam ettim. Dört kardeşin en küçüğü, dördü de okumuş dört kardeş. Samsunlu bir çiftçinin oğluydu o. 65 yaşındaki babasını anlatırken o yaşına rağmen onun ne kadar çok çalıştığından bahsedip dururdu.

Anlamadığı toprağa özlem duyan ben herhalde ölünce onun içinde bir ağaç olacağım. Çünkü nasıl olur da biraz kaçarcasına o toprağı bırakıp, griden şehirlerin kâğıt üzerinde ki işlerine gelmiş olabilirdi ki?

- Senin hayal ettiğin gibi değil o işler. Diyor kendinden emin ve durumun farkında olan biri olarak. – Çiftlik hayatı çok zordur. Hep çalışmak zorundasın, hep! Hep! Hep! Diyerek devam ediyor üstüne basa basa.

Bıkkınlığını anlamaya çalışıyorum. Artan aile nüfusu yüzünden, toprakların aile bireylerine parçalana parçalana bir avuç kalmasından dem vuruyor. Asla dönmeyi düşünmediği çiftçi geçmişiyle ilgili defteri kapamış gibi bir hali var.

Sıcaktan nefret; ta o çocukluk günlerinden. Bir tam gün güneşin altında çalışmak zorunda kalmış bir çocuğun sıkıntısı bu. Çocukluk travması gibi yani.

Onu anlamadığımı düşünürken aklımdan tam olarak nelerin geçtiğini, zihinlimin nasıl yüzyıllar içerisinde insanoğlunun varlığını sorguladığını bilmiyor. Ben de bunu bir çırpıda anlatamamanın ıstırabı içindeyim.

Öylesine sorguluyorum ki hayatı, aynı Nazım’ın kendisi için “çoğum gitti azım kaldı” dediği bu yaşlarımda. Karmaşık gibi görünen şeylerin gereksiz, basit gibi görünen şeylerin ise hayatın ta kendisi olduğunu faydasızca fark etmek sıkıştırıyor ruhumu.

Gözlerimi kapayıp, avucumun içindeki bir tohumu toprağa bırakıp binlerce yıl bekliyorum başında. Onun topraktan başını çıkaran filizi izliyorum. Ağaç oluşunu, meyve verişini, kuruyuşunu ve tekrar canlanışını. Ömrüm kısa olduğu için binlerce yılını hayal ediyorum tohumun yaşam verişini ve kendini yaşayışını.

Ekmek yapmayı bile bilmiyorum hâlbuki. Ekmeği yapan şeyin adından başka bir şey bilmiyorum. O yüzden, bu delikanlının vazgeçtiği şeylere nasıl imrendiğimi, yaşam adına aslında nasıl da cahil olduğumu ve onun bildiği ve şu aralar vazgeçtiği şeylerin aslında ne büyük bir erdem olduğunu bir türlü anlatamıyorum.

Ve artık anlıyorum ki, bilmediklerime özlemi anlatmak, yapamadığım onca şeye bir borç ödemek gibi geliyor bana. Başka türlü rahatlayamaz olduğumu öğreniyorum.

Bir de en kolayını yapıyorum sonra.
Yaşam adına en iyi bildiğim,
en kolay şeyi yapıyorum.
Derin bir nefes alıyorum.
Hem de dışarısı hınca hınç baharken...

Bahadır Üge

Kategori : Hikaye -  Tarihi : 19/05/2015

Tüm hakları Bahadır Üge'ye aittir. Adı belirtilmeden kullanılmaz. © Bahadır Üge

Şiirler - Bahadır Üge
Fotoğraf : Hossein Zare


Değerli yorumlarınız benim için önemlidir..